Tıpta özerklik krizi: Hekim ve insan hikayesinin sessizleşmesi
Hekimlik, yüzyıllar boyunca insanın kendi aklıyla kurduğu en eski ahitlerden biriydi: “Bilgiyi koruyacağım, kimseye zarar vermeyeceğim, gördüğümü özgürce söyleyeceğim.”
Bir el nabızdaki ritmi duyarken, öteki insanın kırılganlığını tartar, sessiz bir karşılaşma kurulurdu. Ama bugün o kadim ahite yeni bir misafir sızdı: Ekran ve sessizlik…
Sağlıkta özerklik, insanın kendi bedeni, iyiliği ve kaderi üzerinde söz hakkına sahip olmasıdır; hekim onu bilgilendirir, ama kararın nihai sahibi hastadır.
Epistemik özerklik ise hekimin kendi aklının ışığıyla konuşabilme yetisidir: Bilginin yönünü piyasa, protokoller ya da politik gölgeler değil, bilimsel vicdan belirlediğinde mümkün olan bir özgürlük.
Biri bedenin kaderini, diğeri bilginin haysiyetini korur; biri çökerse öteki de nefesini kaybeder.
Bugün yalnızca hekim değil, hasta da epistemik özerkliğini kaybediyor: Bilgiyi aradığında karşısına çıkan ilk sonuç reklam, ilk öneri ticari bir çıkar, ilk yönlendirme ise algoritmanın niyeti oluyor.
Bilgisayar ekranı, sözü yutuyor; bakışı algoritmaların soğuk ışığına bağlıyor. Hekimin özerkliği artık yalnızca idari baskıyla değil, bilginin el değiştirmesiyle daralıyor.
Bilgi, kamusal bir emek olmaktan çıkıp büyük şirketlerin laboratuvarlarında mühürleniyor; kanser aşılarının geleceği bile bilimsel sezgiden çok yatırım fonlarının soluk alıp verişiyle şekilleniyor.
Hekimin bilme hakkı, yalnızca zihinsel bir özgürlük değil, aynı zamanda çalışma koşullarının tanıdığı bir emek hakkıdır. Güvencesizleşen sağlık emeği, epistemik emeği de zayıflatır.
Ve tam bu sırada başka bir çatlak beliriyor: Zaman. Bir yanda kırk dakika boyunca hikaye anlatan ‘alternatif tıpçı şifa girişimcisi’, diğer yanda yedi dakikaya sıkıştırılmış klinik akıl. Hasta şöyle diyor: “Beni o daha çok dinledi, demek ki o daha doğru.”
Oysa hakikatin sesi çoğu zaman kısadır; fakat bu çağ kısalığı kusur sayıyor.
İşte epistemik özerklik kaybı bu eşitsizliğin kıyısında başlıyor: Hakikat artık kendisiyle değil, ona ayrılan süreyle ölçülüyor.
Böylece bilgi en kırılgan formuna bürünüyor: Boşluk.
Hasta bu boşlukta savruluyor; hekim ise kendi diline, kendi bilgisine yabancılaşıyor. Dilsel eşitsizlik bilgi eşitsizliğine, bilgi eşitsizliği özerklik kaybına dönüşüyor.
Agamben’in ‘devlet taklidi’ dediği şey tıpta da beliriyor: Hekim özgür görünür, ama sözünün etrafı görünmez protokollerle çevrilidir. Foucault’nun ‘tıbbi bakışı’ artık gözden değil, ekrandan akıyor; bakışın ritmi insanın ritmine değil, verinin ritmine bağlanıyor.
Veri artık hekimlerin değil, platformların elinde. Klinik karar destek sistemleri görünürde yardımcı, gerçekte ise bilgiyi yeniden dağıtan yeni iktidar aygıtlarıdır.
Hastalık yalnızca biyolojik bir olay değildir; anlatısı, bağlamı ve toplumsal koşullarıyla anlam kazanır. Bu yüzden tıbbi bilginin kaybı, yalnızca laboratuvar değerlerinin değil, insan hikayelerinin de silinmesidir.
Ve biz bu yeni çağın kapısında şunu soruyoruz:
Bilginin ışığı kararırsa hekim kim olur?
Hekimin sözü kısılırsa, hastanın sesi kimde yankılanır?
Belki de hekimlik, bütün kayıplarına rağmen, hâlâ en çok şu anlama gelir: Gürültünün ortasında hakikatin kırılgan ışığını koruma çabası.
Bu çağda hekimin yalnızlığı hem etik hem poetiktir: Zaman daralıyor, bilgi çoğalıyor, algoritmalar merkeze yerleşiyor…
Böylesi bir çağda hekim, yalnızca mesleğini değil, kendi sesini de kaybetme riski taşır.
Nereden nereye?
Dünden bugüne çizgi şunu söylüyor:
Eskiden hekim bilgiyi üretir ve uygulardı; Bugün hekim bilgiyi savunmak zorunda;
Yarın ise bilgi algoritmalar ve büyük şirketler tarafından üretilirken, hekim yalnızca doğrulayıcı bir operatöre dönüşme riski taşır.
Bu nedenle sorumuz artık şudur:
Tıpta epistemik özerklik kaybı, hekimliğin geleceğini nasıl şekillendirecek? Ve belki daha derin olan: Bilginin özerkliği kaybolursa, hekim kim olarak kalır?
Belki de tıbbın geleceği, insan-odaklı bir bilginin yeniden inşasında saklıdır: Yavaşlayan bir bakışta, emeğe saygıda, verinin değil vicdanın merkezde olduğu bir epistemolojide.
Çünkü epistemik özerklik yalnızca bir hak değil, insanın insanı iyileştirme biçimidir.
Sağlıcakla kalın.