Kuyruk köpeği sallıyor: Siyasalın magazinle imtihanı
"Siyasetin en sert kırılma hattı olması gereken gündem “sıradan” akışa karışıp gidiyorsa, eğer ülke bir dizi setine çevrildiyse, bizim işimiz senaryonun hangi sınıfa, hangi iktidar hesabına çalıştığını göstermek."
Fotoğraf: DHA
Bu ülkede iktidar belli periyotlarda gündemi belirlemekle kalmıyor; bu aralar bir de gündemi diziye çevirip toplumu da o dizinin gönüllü izleyicisine dönüştürüyor.
Kansu Yıldırım’ın: “Ünlüler, güzel kadınlar, zengin adamlar, uyuşturucu, seks, kayıtlar... Toplum bol entrikalı suç drama dizisi izler gibi gündemi takip etmeye çalışıyor. Olay örgüsünü de karmakarışık hale getirerek iyice magazinselleştirdiler. Bu aslında bir tür operasyonel kabiliyet göstergesi.” diye tanımladığı bir hal var şu günlerde.
Akıp giden suç-magazin kolajı, hakikatin üstüne serilen bir örtü olarak da işlev görüyor; hakikatin yerine ikame edilen, ölçülen, test edilen bir iletişim pratiği olarak da...
Guy Debord buna “gösteri” diyor.
Debord, “Gösteri Toplumu”nda “gösteri”yi magazin-tv gürültüsü diye daraltmaz.
Gösteri, Debord’un deyişiyle “toplumsal yaşamın egemen modeli” olarak, bilgi, propaganda, reklam, eğlence biçimlerinde her yere sızar.
Hakikati tartışılacak bir mesele olmaktan çıkarıp tüketilecek bir temsil haline getirir.
Sonuçta büyük krizler “yaşanan” değil “izlenen” şeylere dönüşür.
Öfke ve dikkat, şovun ritmine bağlandıkça toplumsal enerji apatinin konforuna akıtılır.
Rejim de bu pasifleşmeyi, ölçüp biçip dozlayarak kendi ekmeğine yağ sürer.
Kansu Yıldırım’ın “BTK’da, RTÜK’te, güvenlik aygıtlarında ölçülüyordur” sezgisi de buraya oturuyor.
Bu rejimde iletişim; ölçme-biçme, kitle tepkisini kalibre etme, dozu ayarlama sanatı aynı zamanda, basit bir propaganda aracı değil.
Kitabın bugünkü Türkiye ile bağı da burada…
Mehmet Akif Ersoy’dan Sadettin Saran’a ünlü, uyuşturucu, suç, kayıt, seks, operasyon dizisi gibi akan gündem, Debord’un tarif ettiği anlamda “gösteri”nin güncel formu…
Siyasal krizin bir hesaplaşma üretmesini engelleyip onu izlenebilir bir şeye dönüştürüyor.
Yıldırım haklı: Burada “iktidar güçlü mü, güçsüz mü, iç çekişme var mı, yok mu” tartışması kişilere sıkıştıkça, asıl mekanizma da kaçıyor.
Çünkü mekanizma, bir hikaye makinesi gibi çalışıyor.
Halkın belindeki kemeri sıkıp patronun belindekini gevşetebiliyor; bir gün barınma krizini boğuyor, ertesi gün asgari ücretin açtığı yarayı “sabır” diye pansumanlamaya yarıyor.
Kadın cinayetlerini istatistikle paketleyip MESEM’deki çocuk ölümlerini talihsiz vakaya indiriyor.
Barış ihtimali olan bir ülkenin aklını, bir anda Mehmet Akif Ersoy tartışmasının koridoruna sıkıştırabiliyor.
Yani olağanüstü olan, olağanlaştırılıyor.
Bu olağanlaştırmanın tekniği, iletişim literatüründe basitçe “gündem kurma” diye anılıyor.
Medya neyi sık ve baskın biçimde öne çıkarırsa, toplum onu en önemli mesele diye hatırlamaya yatkın hale geliyor.
Gökşen Göksu’nun geçtiğimiz gün Medyascope’taki yazısında sorduğu şu sorular da burada anlam kazanıyor: “O halde bize kişilerin özel hayatı neden pornografik bir senaryo eşliğinde sunuluyor? Kimin kiminle, nerede, ne zaman, nasıl cinsel ilişkiye girdiğini neden bilmek zorunda bırakılıyoruz? Bu kirli bilgileri kim ya da kimler, hangi amaçla servis ediyor, belirli bir kanaldan ve koro eşliğinde yayınlanmasındaki amaç, eğer toplumun ‘Aaaa ne kadar ahlaksızlarmış’ deme beklentisi değilse, bu pornografik sis perdesinden kimin ne muradı var?”
Her bir soruda bir düğüm var.
Çünkü karmaşıklaştırılmış olay örgüsü, siyaseti bir yurttaş faaliyeti olmaktan çıkarıp bir magazinel dedektiflik oyununa çeviriyor.
Öfke, şaşkınlık, tiksinti ve merak arasındaki bir duygulanım salıncağında gidip geliyor toplum…
Toplumun reaksiyon kontrolü de böylece kurulmuş oluyor.
Sonunda herkes gündemle ilgili, herkes konuşmuş oluyor; ama kimse ilerleyemiyor.
Bunun sinemada bir adı var: Wag the Dog.
Türkiye’de “Başkanın Adamları” adıyla bilinir.
Filmde seçim öncesi başkanın skandalını örtmek için bir algı uzmanı ile bir Hollywood yapımcısı el ele verip medyanın ve kamuoyunun dikkatini başka yere çekmek amacıyla Arnavutluk’la sahte bir savaş kurguluyorlar.
Görüntü, şarkı, kahraman hikayesi, semboller… her şey tasarlanıyor.
Filmin politik iddiası da şu: Modern siyasette hakikat çoğu zaman olan bitenin kendisinden çok, ona dair üretilen anlatıyla yarışır.
Yani iktidar gündemi bir senaryo gibi kurgular, medyayı o senaryonun dağıtım ağına, toplumu da “izleyici”ye çevirebilir.
Evet, Wag the Dog bizde de “dikkat saptırma siyaseti, sahte gündem üretimi” diye özetlenebilecek mantıkla bu bağlama oturuyor; çünkü filmde de iktidar, kendi krizini görünmez kılmak için hikaye üretimini, bir yönetim tekniğine çeviriyor.
Bizim bugünlerde tartıştığımız “ünlüler, operasyon” dizgesi de aynı mekanizmayı çağırıyor.
Artık mesele skandalın siyasal ekonomisi; yani hangi hakikati perdelediği, hangi fay hattını kırdığı ve toplumsal dikkati nasıl seyre bağladığı…
Wag the Dog’la benzerlik; gündemin bir prodüksiyon gibi yönetilmesi, dikkat ve duygu akışının profesyonelce ayarlanması…
Yani burada da tali gündem asli gündemi yönetiyor, “kuyruk köpeği sallıyor.”
Üstelik bu yalnızca bizim icadımız da değil; iktidar mimarilerinin tarihsel repertuarı. İtalya’da Berlusconi, medya gücüyle siyasal alanı yeniden düzenlerken skandal, eğlence ve siyaset aynı ekrana yığılmış; televizyon, bir tür sürekli kampanya makinesine dönmüştü.
Sonradan anlaşıldı; “hafif içerik”, ağır bir politik miras üretebiliyor.
Bizde de magazinselleşen suçlar, ünlüler ve klik hikayeleri bir olay örgüsüne çevrildikçe, asıl meseleler bölüm arasına sıkışıyor.
Rus siyasal literatürünün “kompromat” dediği şey de iktidar blokları içinde sadakat ve hizalanma üretmenin en pratik araçlarından biri.
Malzeme toplanır, dosyalanır, takas edilir ve zamanı gelince seçici biçimde dolaşıma sokulur.
Bu haliyle “Kompromat”, Jerome Salle imzasıyla filme de çekildi.
Film, Sibirya’da görev yapan bir Fransız’ın Rus makamlarınca “kurulmuş” bir dosyanın hedefi olduğu hat üzerinden ilerliyor.
Bu filmin politik kıymeti, “kompromat”ı ahlaki skandalı aşan, yönetim tekniği olarak göstermesi…
Yine; Filipinler örneğinde siyasetle şov dünyasının iç içe geçmesi ve dijital manipülasyon, Brezilya’da Lava Jato sürecinin yarattığı devasa medya-hukuk gösterisi de siyasetin eksenini kaydırıp, iktidar bloklarının yeniden dizilmesine hizmet edebilen bir mühendislik momenti üretebildi.
Şimdi dönüp Türkiye’ye bakınca, Yıldırım’ın Bob Jessop üzerinden kurduğu “yönetim” çerçevesi daha da anlam kazanıyor.
Hegemonya projesi zayıfladığında ya da sınıflara hitap eden bir toplumsal vaat kurulamadığında idari aksamı diri tutan şey, kriz yönetiminden çıkıp kriz dramaturjisi oluyor.
Ve burada en tehlikeli eşik şurası: Bu dramaturjiyi teşhir etmeye çalışırken, farkında olmadan rejimin ekmeğindeki yağı katmerleme riski.
Çünkü biz de olay örgüsünü çözen “yorumcuya” dönüştükçe, rejimin istediği şeye hizmet ediyoruz.
Toplumu da karmaşık durumun takipçisi, izleyicisi kılıyoruz.
O yüzden kendimize şu ölçütü koymak gerekiyor diye düşünüyorum:
Skandalın ayrıntılarından kaç, skandalın işlevine bak.
Peki kahir ekseriyete göre bu suç-drama selinin işlevi ne: Kurucu partiye topyekûn saldırıyı sıradanlaştırmak; cumhurbaşkanı adayının tutukluluğunu rutine çevirmek mi?
Ücret çöküşünü, servet transferini, AKP içi klik çatışmalarını dedikodu formunda izlettirirken post-Erdoğan dönemi için mıntıka temizliğini görünmez kılmak mı?
İktisadi ve siyasi kabiliyetleri bir yerde toparlayan düzeni, bir magazin perdesiyle korumak mı?
Ez-cümle; siyasetin en sert kırılma hattı olması gereken gündem “sıradan” akışa karışıp gidiyorsa, eğer ülke bir dizi setine çevrildiyse, bizim işimiz senaryonun hangi sınıfa, hangi iktidar hesabına çalıştığını göstermek.
Çünkü bu çağın otoriterliği, yalnız zorla kurulmuyor; hikayeyle de yönetiyor.
* Siyasal İletişim Danışmanı