Futbol ve ahlâk üzerine düşünceler
Hakem düdüğüyle başlayan bir tören değildir futbol; kusurlarıyla yaşayan bir alışkanlıktır. Onu ahlâkın sınandığı bir laboratuvar gibi görmek, en başta kategorik bir yanılgıdır. Çünkü oyun, içinde doğduğu dünyanın aklıyla çalışır. Dünyada güç nasıl işliyorsa, futbolda da öyle: Kurallar var ama çıkar güçlü; adalet arzu ediliyor ama sonuç belirleyici. Bu yüzden sahada gördüğümüz çoğu şey, dışarıdaki hayatın sade bir yansımasıdır —kimi zaman da büyütülmüş bir kopyası. O hâlde adalet beklentisini merkeze koymak, oyunu yanlış yerden okumaktır.
“Âdil bir futbol” talebi, kulağa soylu gelse de yapısal gerçeklerle çakışır. Birincisi, baskın psikoloji: Tribün kimliği. Taraftarlık, dünyayı iki renge indirir. Aynı pozisyonu kendi lehimize yorumlamak için özel bir çabaya bile ihtiyaç yoktur; zihnin hazır önyargıları çalışır. Grup aidiyeti, adalet talebini hemen bükebilir. Bu refleks, her maç yeniden üretilir. Kimin “haklı” olduğuna ilişkin kanaat, çoğu kez sonucun gölgesinde şekillenir; pozisyonun kendisi değil, tabeladaki sayı belirler ölçüyü.
İkincisi, dilin kılıfı. Örneğin maç içinde zaman çalmak “tecrübe”, hakemi aldatmak “kurnazlık” adını alır. Sözcükler, davranışın niteliğini dönüştürmez ama algıyı dönüştürür. Böylece “yapılabilir olan” ile “yapılması gereken” arasındaki çizgi sessizce kayar. Kuralın dışına taşmanın utancı azalır; başarı anlatısı içine gizlenir. Dürüstlük, “safdillik” diye kenara itilirken, kurnazlık “oyunun gerçeği” diye merkezî bir değere dönüşür.
Üçüncüsü, teşvik sistemi. Futbol artık büyük bir iş. Her bir puanın ciddi bir parasal karşılığı var. Teknik direktörün koltuğu haftalık form grafiğine bağlanır; oyuncunun sözleşmesi gol ve asist sayısıyla nefes alır. Böyle bir iklimde “en doğru” davranış, çoğu zaman “en kazançlı” olanla çakışır. Ahlâk, mâliyet kalemi gibi görünmeye başlar. Kulüp sözcüleri, federasyonlar, hakem kurulları… Hepsi, dışarıdaki güç dengeleri gibi konuşur. O yüzden “adalet” dendiğinde anlaşılan, çoğu kez “bizim çıkarımıza uygun karar”dır. Bu da beklentiyi daha doğmadan tüketir.
Dördüncüsü, teknoloji yanılgısı. VAR gibi araçlar adalete yaklaşmak için devreye girdi. Yaklaştık mı? Belki bazı uçurumlarda, evet. Ama teknoloji, ahlâk üretmez; yalnızca görüntüyü keskinleştirir. Gri alanlar geniştir: “Temas var mıydı?”, “Şiddeti yeterli miydi?”, “Niyet nasıldı?” Bu soruların hiçbirini kamera tek başına yanıtlayamaz. Yorumun payı asla sıfırlanmaz. Sonuçta “adalet” dediğimiz şey, yalnızca saniye saniye büyütülmüş bir fotoğraf değil; ortak hissin, ortak beklentinin, ortak terbiyenin bileşkesidir. O bileşke, sahaya girmeden önce toplumda kurulur ya da kurulamaz.
Futbolun ahlâkı
Tüm bunların ışığında, futboldan kapsamlı bir ahlâk dersi beklemek yersiz. Tam tersine, oyun bize şunu tekrar hatırlatır: Dünyada âdil olan çok az; sahada da az olacak. Bu tespit, bir teslimiyet çağrısı değil; doğru ölçek çağrısı. Zira beklenti yanlış kurulunca hayâl kırıklığı da kalıcı oluyor. “Futbol niçin âdil değil?” sorusunun cevabı, “Çünkü hayat da değil” kadar basit ve rahatsız edici. Oyunun ritüeli, bu rahatsızlığı unutturmak için var. Bağırırız, seviniriz, öfkeleniriz; ama adalet duygusunu tatmin etmek için değil, aidiyetimizi tazelemek için.
Böyle bakınca, sahadaki “ufak sadakatsizlikler”in niçin bu denli yaygın olduğunu anlamak kolaylaşıyor. Duran topu birkaç santim öne çekmek, taç atışını bir iki adım ileriden kullanmak, rakibin hızını kesmek için yere kolayca düşmek… Hepsi, tribünün kabul sınırları içinde kalırsa “akıllılık” diye anlatılır. Çocuklar da bunu duyarak büyür.
Peki bu tablo bize ne söyler? Öncelikle, “futbolun ahlâkı” ile “ahlâklı futbol” ayrımını netleştirmeyi. Birincisi, oyunun fiilî işleyişidir: Kurnazlığın değer, dürüstlüğün safdillik sayıldığı düzen. İkincisi ise bir temennidir ve onu oyunun içinden, kendi başına doğuramayız. Antrenman sahasında “değerler eğitimi” verilebilir; ama bu, makasın yalnızca bir yaprağıdır. Diğer yaprak, dışarıdaki hayatın işleyişidir. Orada başka bir dil, başka bir hukuk, başka bir adalet eğitimi yoksa; sahadaki iyi niyet kırılgan kalır.
“Çözüm” kelimesi de bu nedenle abartılı. Futbol, toplumun çözemediğini çözmez. En fazla, yer yer frenler, bazen de hızlandırır. Bize düşen, oyunu bir ahlâk makinesi sanmamak; onu olması gerektiği ölçekte değerlendirmek.
Bu çerçeve, romantizmi değil gerçekçiliği gözetir. Romantik beklenti, en küçük kararda bile “adalet” görmek ister; göremeyince öfkeye döner. Gerçekçi beklenti, oyunun doğasını baştan kabul eder: Hakemin hatası, oyuncunun dalaveresi, tribünün ikiyüzlülüğü —hepsi paketin içindedir. “Sıfır hata” hedefi, bu pakete dışarıdan yapıştırılmış bir ahlâk etiketidir; gerçekte tutmaz.
Bu kabul, sevinci eksiltmek zorunda değil. Bilakis, şaşkınlığı azaltır. Bir maçta beklenmedik bir centilmenlik gördüğümüzde onu “doğru olanın mecburî icrası” diye değil, “nadiren gelen bir armağan” diye okuruz. Armağan, değerini istisna oluşundan alır. İstisna, bizi iyi hissettirir; ama kuralın yerini almaz. Bu ayrımı bilmek, oyunu daha temiz kılar: Çünkü artık ondan dünyayı kurtarmasını beklemeyiz.
Ahlâklı bir futbol mümkün mü?
“Peki hiçbir şey talep etmeyelim mi?” Talep edelim elbette, ama yerinden. Talebin adresi, futbolun dışıdır. Kurulacak daha âdil bir hayat, dolaylı olarak oyuna da sızar. Futbol, sahanın dışında yaşanan bu değişimi hızla kopyalar. Dışarıdaki şiddet dilinin kısılması, içerideki itiş kakışın dozunu düşürür. Dışarıdaki kurumların tutarlılığı, içerideki hakemin elini güçlendirir. Dışarıda yalana düşük tolerans, içeride sahtekârlığa alkışın azalması demektir.
Bu arada, oyunun içinden yapılabilecekler yok mu? Elbette var, ama ölçülü: Şike ve şiddet gibi kırmızı çizgilere sert ve tutarlı yaptırımlar, kamuya açık şeffaf raporlama, hakemlerin performans kriterlerinin netleşmesi, medya yayınlarında dil standartları… Fakat bunların bile “ahlâkı üretmek” değil, “aşırıya giden sapmaları dizginlemek” hedefi taşıdığını unutmadan. Bu, bir tür “ahlâk minimalizmi”: Asgarî müşterekleri korumak.
Sonuçta, futbola dair adalet tartışması, toplumsal aynanın karşısında yapılan bir konuşma. Aynada gördüğümüz şey hoşumuza gitmeyebilir. Camı suçlamak kolaydır; ama camı parlatmak görüntüyü değiştirir, gerçeği değil. Futbolu parlatmak da böyledir: Işığı artırır, kusuru saklamaz. O hâlde, oyundan beklediğimizi topluma yükleyelim; toplumdan beklediğimizi oyuna değil. Bu, talebin yerini düzeltir.
Ve evet, bazen o nadir anlar gelir: Bir oyuncu, kendi lehine çalınan hatalı kararı düzeltir; başka bir oyuncu, sakatlanan rakip oyuncu için topu taca yollar; bir tribün, yalandan kendini yere atan kendi oyuncusuna tepki gösterir. Bu anlar, bir öğretinin meyvesi değil; tekil vicdanların kısa parıltılarıdır. Onları çoğaltmanın yolu, sahada değil, sahaya gelmeden önceki hayatta —okulda, evde, işte— başlar. Futbol, ancak o zaman biraz daha az abartır gerçekliği. Ama hiçbir zaman “ideal dünya”ya dönüşmez. Dönüşmek zorunda da değildir.
Beklentiyi buraya koyduğumuzda, hem oyunu daha az kırarız hem kendimizi. Adalet, futbolda bir hak iddiasından çok, nadiren denk düşen bir tesadüftür. Tesadüfe seviniriz; ama onu kural diye yazmayız. Kural, rekabettir. Rekabetin içinden çekip çıkarabileceğimiz en makul şey, ölçüdür. Ölçü, tribünde bağırmanın da, sahada kazanmanın da tonunu ayarlar. Gerisi, hayata aittir. Hayatta âdil olan çoğalırsa, futbol da payını alır. Çoğalmazsa, oyundan mucize beklemek yalnızca kendimizi kandırmaktır.